“ 04 Kasım 2020 Çarşamba günü İzmir depremi nedeniyle kaleme aldığım (KURTULMAYI BEKLEYEN SİZ OLSAYDINIZ !...) yazımı yaşamakta olduğumuz bu felaket için tekrar hatırlatmak istedim.”
Bir rüya gördük ve uyandık sanki. Her şey kaldığı yerden devam edecekmiş gibi… Ama hiçbir şey kaldığı yerden devam etmiyor, edemiyor. Bugün bile yaşadığımız felakete inanmakta güçlük çekiyoruz.
8 katlı bir binanın 2. Katında depreme yakalandım. Önce geçer diye biraz duraksadım. Aklım yan odadaki kızımdaydı. Eşim ise markete gitmek için çıkmıştı. Bu da geçer diye düşündüm ve panik yapmadım. Sarsıntı şiddetlenmeye başladı ve tabii korku, telaş… Kızıma koştum. Onu kucakladım. Dışarıya çıkmayı istedim ama sarsıntı o kadar şiddetliydi ki çıkamamaktan korktum. Mutfağa attık kendimizi. Buzdolabının yanındaki masanın altına sığındık. Sonra olan oldu. Bina üzerimize çöktü. Masa ezildi. Buzdolabı ezildi. İçerisi toz duman. Çığlıklar, uğultular arasında kaldık. Kızıma baktım. Göremedim kapkaranlıktı. Toz sarmıştı her yeri. Nefes almakta zorlanıyorduk. Kızımın bana sıkı sıkıya sarılışından teselli buluyordum. Çünkü onu hissediyordum. Tek tesellim buydu. Eşim şimdi nerede olduğunu düşündüm ve binanın önüne geldiği andaki duygularını…
Bacaklarımı hissetmiyordum. Göğsüme bir şeyler batıyordu. Kızımı kozalak gibi sarıp sarmaladım. Elimle çevresini yokladım. Bir problem görünmüyordu. Daha 3,5 yaşındaydı. Küçüktü. Fazla bir yere de ihtiyacı yoktu. Sadece bana hayat verircesine sıkı sıkıya sarılıyordu.
Dışarıdan sesler geliyordu. Enkazda inlemeler, çığlıklar… Kımıldayamıyordum. Üzerimde bir ağır uyku hali vardı. Beni uyumaktan alıkoyan tek şey ise kızımdı. Tam olarak ne olduğunu göremedim. Yıkılan tek bina bizimki miydi, yoksa her yer mi yıkıldı göremedim. Aklıma sevdiklerim, dostlarım, arkadaşlarım geldi… Bizim için hayat buraya kadarmış diye düşündüm. Sonra kendimi sarstım. Küçücük kızımı burada bu halde nasıl bırakıp vazgeçerim dedim. O hala korkuyla sımsıkı sarılmaya devam ediyordu. Korkuyorum diyordu. Ne zaman çıkacağız buradan baba, annem nerede? Diyordu.
Öyle ya ben babaydım ve işim onu korumaktı. Kollamaktı. Hiçbir şey yapamıyor olmak insana daha büyük bir acı veriyor. Susamıştık, acıkmıştık ama yaşadığımız şoktan, korkudan ne yapacağımızı düşünemiyorduk. Benim belden aşağım ezildiği için kımıldayamıyordum. Yavaş yavaş bu loş karanlıkta görmeye de başladık. Bir ara kızım baba buzdolabına bakalım dedi. Yanı başımızda ezilmiş buzdolabından sağa sola dağılan içecek ve yiyecekleri gördük. Çoğu ezilmiş, patlamış. İçecek meyve suyu vardı. Sen iç dedim. Ama hepsini bitirme diye de uyardım. Ama çocuk işte. Çok susamış olmalı. Epeyce içti. Bana uzattı. Çok içesim vardı ama onu düşünerek benim canım istemiyor kızım dedim. Öylesine sarılıp uyumuşuz.
Kaç saat geçmiş bilmiyorum. Toz içinde gözlerimizi, ağzımızı açamıyoruz. Artık daha sık ve uzun uyuyoruz. Yada ben uyuyorum. Kızım beni hiç bırakmıyor. Her kendime geldiğimde onun sıcaklığını ve beni kavrayışını hissediyordum. “Baba”’ dediğinde uyanıyordum. Ama artık uyanmakta güçlük çekiyorum. “Kızım buradayım” diyorum. O “korkuyorum baba, ne zaman çıkacağız?’’ diyor. “Çıkacağız az kaldı” diyorum ama gerçekten çıkıp çıkamayacağımızı bilemiyorum. Hatta dayanabileceğimden bile emin değilim. Karımı düşünüyorum. Eğer yaşıyorsa ne büyük bir korku ve acı içerisinde olduğunu düşünüyorum. Keşke “sakin ol biz hala yaşıyoruz” diyebilmenin bir yolunu bulabilseydim diyorum. Ama kımıldayamıyorum. Kızım çok küçük. Ondan bir şeyler bulmasını isteyemiyorum.
Her yer çok riskli… Artık tek derdim, bir biçimde kızımı kurtarmak, onu yaşatmak, annesine kavuşturmak. Sesler iyiden iyiye yaklaşıyor. Uğultular artık daha anlaşılır olmaya başlıyor. Birilerinin bizleri kurtarmak için uğraştığını biliyorum. Umutlanıyorum ama takatim de tükeniyor. Ses verin diyorlar ama her tarafım felç olmuşçasına hareketsizleşmişim. Kızım sessizce elimi tutmuş uyuyor. Tozdan yüzümüz, gözümüz örtülmüş. Öylesine zor bir noktada yakalandık ki depreme en alttan 2. kat. Üzerimizden kaldırılması gereken 6 kat var. Her birinde komşularımız, dostlarımız, arkadaşlarımız var. Ne olduklarına dair tek bir fikrim yok. İnşallah kurtulmuşlardır diyebiliyorum. Ama günler saatler geçiyor. Yaşam ihtimali tükeniyor. Gerçekten dayanabilecek miyiz, başarabilecek miyiz kestiremiyorum. Zaman bize ulaşmaları için yetecek mi bilmiyorum. Kızımın hayata tutunuşuna güveniyorum. Başaracak biliyorum. Ama aynı şeyi kendim için düşünemiyorum. Artık zaman zaman içeriye ışıkta sızıyor. Dışarıda çalışanların ve makinelerin sesleri de geliyor. Köpek sesleri duyuyoruz. Çok uzun zaman oldu. Orada kimse var mı diye ses geliyor. Ama var diyecek kadar gücümüz kalmamıştı. Gözümü açmakta güçlük çekiyordum. Canımda acımıyordu artık. Üzerimde garip bir huzur vardı. Kızım kurtulacaktı buna hiçbir şüphem kalmamıştı. Bu beni mutlu etmeye yetiyordu. Enkaz çalışmalarında umudun tükendiği saatlere yaklaşılmıştı. Tek korkum hepimizin öldüğünü düşünüp makinelerle enkazı kaldırmalarıydı. Ben artık kızımı kavramakta da güçlük çekiyordum. Ama o yaşıyordu. Yaşayacaktı. Yaşamalıydı.
Bedenimin hafiflemeye başladığını hissediyordum. Sesler netleşmiş, ışıklar güçlenmişti. Ama ben göz kapaklarımı açamıyordum. Kollarımı kaldıramıyordum. Nefes bile alamıyordum. Keşke bir basit düdüğüm olsaydı. Son nefesimi onun için harcasam ve kızıma bir şans daha verebilseydim. Üzerimizde çok ağır bir enkaz vardı. Kurtarma ekipleri bizden habersizdi, belli ki onlarında umutları azalmıştı. Ama biz hala yaşıyorduk. Zaman geçmek bilmiyordu. Artık ne benim nede kızımın hali kalmamıştı. O da benim gibi artık uyuyordu. Sesi çıkmıyordu. Ama sıcaklığını hissediyordum. Nihayet bize ulaşmışlardı. Ama yaşamadığımızı sandılar. Önce Ayşe’yi aldılar. Sessizdiler, üzgündüler. Birisi Ayşe’nin yüzündeki tozu sildi. O sessizlik yerini mutluluk ve alkışlara bıraktı. Ayşe sadece kurtulmamıştı tüm dünyanın umudu olmayı başarmıştı. Ama Ayşe gün ışığına kavuşana kadar babası yanında kalmış, Ayşe’yi güvenli ellere teslim ettikten sonra son nefesini vermişti. Ayşe çıkarılırken o da ruhunu teslim etmişti. Ayşe’den sonra babasının cansız bedenine de ulaşıldı. Vücudunun belden aşağısı tamamen ezilmişti. İç kanama geçirmiş, vücudunda sayısız kırık ve kesik vardı. Gözleri, yüzü, boğazı tozla dolmuş, susuz kaldığı için iç organları ölümcül zarar görmüştü.
Üzüldünüz, ÜZÜLDÜK DEĞİL Mİ?
Peki bu evlerin harcını karan usta, müteahhit, ona izinleri veren Belediyeler, Bakanlıklar ÜZÜLDÜNÜZ MÜ? Bunun gibi binlerce hikâyenin sebebi olmanın sorumluluğu yüreğinizi sızlatıyor mu hiç? Enkaz altında umutla ışığı görmeyi bekleyenlerin vebali kimin? Bu çetin hava koşullarında evlerine giremeyen, incecik çadırlarda yaşamını sürdürmeye çalışan sayısız insanın vebali kimin? Onların “AH” ı iki dünyada da sebep olanların yakasında olacaktır.
Sevgi ve Saygılarımla…