Bugün bile yaşadığımız felakete inanmakta güçlük çekiyoruz.
Sanki bir kâbus görmüşüz ve aslında böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi.
Belki bunun nedeni çoğumuzun kendisinde, yakınında bir kayıp olmaması. Ama oldu işte.
Hem de gerçek bir kâbus. Hemen yanı başımızda hala enkazlar kaldırılıyor.
Hala her saat yeni bir mucize ya da yeni bir acı ortaya çıkarılıyor. Ve hala aslında gerçeklerle yeterince yüzleşmedik. Çoğumuz hala yaşadıklarımızın şokundayız.
Bu arada korku ve tedirginlikten evlerine giremeyen, bu kış koşullarında incecik çadırlarda yaşamını sürdürmeye çalışan sayısız vatandaşımız var.
Bu işin bir yüzü.
Konuya bir de şu açıdan bakmayı deneyelim mi?
Felaketin, yıkımın kritik saatleri aşıldı. Bu saatten sonra enkazdan yeni mucizeler bulmanın ihtimali neredeyse tükendi. Depremin 5. Günündeyiz… Allahtan umut kesilmez tabi.
Peki; enkazın altındaki kurtarılmayı bekleyen biz olsaydık; ne düşünür, ne yaşardık diye empati yapmaya çalışsak nasıl bir durum çıkardı ortaya…
8 katlı bir binanın 2. Katında depreme yakalandım. Önce geçer diye biraz duraksadım.
Aklım yan odadaki kızımdaydı. Eşim ise markete gitmek için çıkmıştı. Panik yapmamaya çalıştım ama bir yandan da korku ve telaş başladı. Sarsıntı şiddetlenmeye başladı.
Kızıma koştum. Onu kucakladım. Dışarıya çıkmayı istedim ama sarsıntı o kadar şiddetliydi ki çıkamamaktan korktum. Mutfağa attık kendimizi. Buzdolabının yanındaki masanın altına sığındık. Sonra olan oldu. Bina üzerimize çöktü. Masa ezildi. Buzdolabı ezildi. İçerisi toz duman. Çığlıklar, uğultular arasında kaldık. Kızıma baktım. Göremedim kapkaranlıktı.
Toz sarmıştı her yeri. Nefes almakta zorlanıyorduk. Kızımın bana sıkı sıkıya sarılışından teselli buluyordum. Çünkü onu hissediyordum. Tek tesellim buydu. Eşim şimdi nerede diye düşündüm? Ya da o binanın önüne geldiğinde ne hissetmiştir diye!..
Ama bacaklarımı hissetmiyordum. Göğsüme bir şeyler batıyordu. Kızımı kozalak gibi sarıp sarmaladım. Bir şeyin var mı dedim. O bir şey diyemedi. Elimle çevresini yokladım.
Bir problem görünmüyordu. Daha 3,5 yaşındaydı. Küçüktü. Fazla bir yere de ihtiyacı yoktu.
Sadece baha hayat verircesine sıkı sıkıya sarılıyordu. Dışarıdan sesler geliyordu.
Enkazda inlemeler, çığlıklar… Kımıldayamıyordum. Üzerimde bir ağır uyku hali vardı.
Beni uyumaktan alıkoyan tek şey ise kızımdı. Tam olarak ne olduğunu göremedim.
Yıkılan tek bina bizimki miydi, yoksa her yer mi yıkıldı göremedim. Aklıma sevdiklerim, dostlarım, arkadaşlarım geldi… Sanki bizim için hayat buraya kadarmış diye düşündüm.
Sonra kendimi sarstım. Küçücük kızımı burada bu halde nasıl bırakıp vazgeçerim dedim.
O hala korkuyla sımsıkı sarılmaya devam ediyordu. Korkuyorum diyordu. Ne zaman çıkacağız buradan baba diyordu. Annem nerede diyordu?
Öyle ya ben babaydım ve işim onu korumaktı. Kollamaktı. Hiçbir şey yapamıyor olmak insana daha büyük bir acı veriyor. Susamıştık, acıkmıştık ama yaşadığımız şoktan, korkudan ne yapacağımızı düşünemiyorduk. Benim belden aşağım ezildiği için kımıldayamıyordum.
Yavaş yavaş bu loş karanlıkta görmeye de başladık. Bir ara kızım baba buzdolabına bakalım dedi. Yanı başımızda ezilmiş buzdolabından sağa sola dağılan içecek ve yiyecekleri gördük. Çoğu ezilmiş, patlamış İçecek meyve suyu vardı. Sen iç dedim. Ama hepsini bitirme diye de uyardım. Ama çocuk işte. Çok susamış olmalı. Epeyce içti. Bana uzattı. Çok içesim vardı ama onu düşünerek benim canım istemiyor kızım dedim. Öylesine sarılıp uyumuşuz.
Kaç saat geçmiş bilmiyorum.
Toz içinde gözlerimizi, ağzımızı açamıyoruz. Artık daha sık ve uzun uyuyoruz.
Yada ben uyuyorum. Kızım beni hiç bırakmıyor. Her kendime geldiğimde onun sıcaklığını ve beni kavrayışını hissediyorum. Baba baba dediğinde uyanıyorum. Ama artık uyanmakta güçlük çekiyorum. Kızım diyorum. Buradayım diyorum. O korkuyorum baba, ne zaman çıkacağız diyor. Çıkacağız az kaldı diyorum ama gerçekten çıkıp çıkamayacağımızı bilemiyorum.
Hatta dayanabileceğimden bile emin değilim. Karımı düşünüyorum.
Eğer yaşıyorsa ne büyük bir korku ve acı içerisinde olduğunu düşünüyorum.
Keşke sakin ol biz hala yaşıyoruz diyebilmenin bir yolunu bulabilseydim diyorum.
Ama kımıldayamıyorum. Kızım çok küçük. Ondan bir şeyler bulmasını isteyemiyorum.
Her yer çok riskli… Artık tek derdim, bir biçimde kızımı kurtarmak, onu yaşatmak, annesine kavuşturmak. Sesler iyiden iyiye yaklaşıyor. Uğultular artık daha anlaşılır olmaya başlıyor. Birilerinin bizleri kurtarmak için uğraştığını biliyorum. Umutlanıyorum ama takatim de tükeniyor. Ses verin diyorlar ama her tarafım felç olmuşçasına hareketsizleşmişim.
Kızım sessizce elimi tutmuş uyuyor. Tozdan yüzümüz, gözümüz örtülmüş. Öylesine zor bir noktada yakalandık ki depreme en alttan 2. kat. Üzerimizden kaldırılması gereken 7 kat var. Her birinde komşularımız, dostlarımız, arkadaşlarımız var. Ne olduklarına dair tek bir fikrim yok. İnşallah kurtulmuşlardır diyebiliyorum. Ama günler saatler geçiyor. Yaşam ihtimali tükeniyor. Gerçekten dayanabilecekmiyiz, başarabilecekmiyiz kestiremiyorum.
Zaman bize ulaşmaları için yetecek mi bilmiyorum. Kızımın hayata tutunuşuna güveniyorum. Başaracak biliyorum. Ama aynı şeyi kendim için düşünemiyorum. Artık zaman zaman içeriye ışıkta sızıyor. Dışarıda çalışanların ve makinaların sesleri de geliyor. Köpek sesleri duyuyoruz. Çok uzun zaman oldu. Orada kimse var mı diye ses geliyor. Ama var diyecek kadar gücümüz kalmamıştı. Gözümü açmakta güçlük çekiyordum. Canımda acımıyordu artık. Üzerimde garip bir huzur vardı. Kızım kurtulacaktı buna hiçbir şüphem kalmamıştı. Bu beni mutlu etmeye yetiyordu. Enkaz çalışmalarında umudun tükendiği saatlere yaklaşılmıştı.
Tek korkum hepimizin öldüğünü düşünüp makinalarla enkazı kaldırmalarıydı.
Ben artık kızımı kavramakta da güçlük çekiyordum.
Ama o yaşıyordu. Yaşayacaktı. Yaşamalıydı. Bedenimin hafiflemeye başladığını hissediyordum. Sesler netleşmiş, ışıklar güçlenmişti. Ama ben göz kapaklarımı açamıyordum.
Kollarımı kaldıramıyordum. Nefes bile alamıyordum. Keşke bir basit düdüğüm olsaydı.
Son nefesimi onun için harcasam ve kızıma bir şans daha verebilseydim. Üzerimizde çok ağır bir enkaz vardı. Kurtarma ekipleri bizden habersizdi, belli ki onlarında umutları azalmıştı.
Ama biz hala yaşıyorduk. Zaman geçmek bilmiyordu. Artık ne benim nede kızımın hali kalmamıştı. O da benim gibi artık uyuyordu. Sesi çıkmıyordu. Ama sıcaklığını hissediyordu. Nihayet bize ulaşmışlardı. Ama yaşamadığımızı sandılar. Önce Ayşe’yi aldılar. Sessizdiler, üzgündüler. Birisi Ayşe’nin yüzündeki tozu temizledi. O sırada Ayşe o eli sımsıkı tuttu.
Kurtarıcısı çılgınca haykırıyordu. Yaşıyor. Yaşıyor.
O sessizlik yerini mutluluk ve alkışlara bıraktı. Ayşe sadece kurtulmamıştı.
Tüm dünyanın umudu olmayı başarmıştı. Ama o gün ışığına kavuşana kadar babası son nefesini vermemişti. Ayşe çıkarılırken o da ruhunu teslim etmişti. Ayşe’den sonra babasının cansız bedenine de ulaşıldı. Vücudunun belden aşağısı tamamen ezilmiş.
İç kanama geçirmiş, vücuduna sayısız kırık ve kesik vardı. Gözleri, yüzü, boğazı tozla dolmuş. Susuz kaldığı için iç organları ölümcül zarar görmüş.
Ama bebeği çıkarılıncaya kadar teslim olmamış.
Ben olayı yaşamadığım halde anlamak için empati yapmaya çalıştım.
Eminim ki enkazların altında çok daha trajik duygular yaşandı.
Bizler unutkan toplumlarız.
Bu defa lütfen unutmayalım.
Unutmayalım ki her birimiz bir depremzede adayıyız.
Bu bizim gerçeğimiz.
Bugün yaşananlardan az ya da çok, doğrudan ya da dolaylı olarak hepimiz sorumluyuz.
Bir konunun altını daha çizmeliyim.
Ülkemizin her yerinden arama kurtarma ekipleri geldiler. Canla başla çalıştılar.
Bazen bir insanı bazen bir başka canlıyı kurtardılar.
Onları izlerken zaman zaman duygulandık, zaman zaman hüzünlendik, zaman zaman da gururlandık.
Ne acıdır ki;
Çiğli Belediyesi’nin Arama Kurtarma birimi ÇAK bile bu çabanın içerisindeydi.
Tüm Çiğli’lileri gururlandırdı.
Ama bizim (Menemen Belediyesi’nin) bir kurtarma ekibimiz yoktu.
Biz sadece izledik.
Oysa çok mu zor.
Bilmiyorsanız sorarsınız, danışırsınız, destek istersiniz ve o zor gün gelmeden hazır olursunuz. Umut olursunuz. Çare olursunuz. İnsanlar her şeyi yanlış ya da eksikte yapsanız sizi affeder.
Erhan Özalp’in ofisinde görmüştüm.
Menemen Belediyesi Arama Kurtarma, kısa adıyla “MAKUR” diye bir çalışma
Tahir Şahin döneminde hazırlanmış ama sonra bir kenarda unutulmuş.
Yazık olmuş.
Keşke bugün MAKUR’umuz olsa ve bizi gururlandırsaydı.
Umarım bu olaydan sonra herkes şapkasını önüne koyar ve bir an önce bu birimi kurar, destekler, yetiştirir.
Sevgi ve Saygılarımla…