Demir annesinin kolunda. Salon koltuğuna oturmuş sohbetteyiz. Odak noktası olmaya alışkın torunum dikkat çekmenin derdiyle hafiften mızıklıyor. Gayri ihtiyari dilimden dökülmeye başlayan çocukluğumun tekerlemesi ile ufaklığa küçük dokunuşlar eşliğinde ortama eğlenceli bir katkı sunmak üzere başladım icraatıma: Bir, iki, üçler yaşasın Türkler. Dört, beş altı Polonya battı, yedi, sekiz, dokuz Almanlar( aslı domuz) tatlı 0n onbir, oniki Amerika tilki, onüç, ondört, onbeş Yunanlar kalleş; onaltı, onyedi, onsekiz ortada kaldı Portekiz. Sıla dehşetli beni izliyor! Bir an durdum kendimden soğudum. Bu ne ya; beş aylık bebişe ne kodluyorum! Olacak iş değil. Annem ilk kez mi duyuyorsun dedim aceleyle, evet anlamında başıyla onayladı kızım. Kınama yavrum biz bunlarla büyüdük ve yine haklısın sana hiç öğretmedim ve bu gün nasıl olduysa çıkıverdi ağzımdan. “Yurtta sulh cihanda sulh” demiş bir Atanın çocukları; hümanist bir babanın kızı ve insan değerinin milliyet, cinsiyet, inanç ve kültürle ölçülemeyeceğini bilen bir Cumhuriyet Öğretmenine hiç yakışmadı bu tekerleme. Ülkelerin olamasa da halkların kardeşliğine inancım sonsuz. Devlet yönetimleri hükümetlerin anlaşmaları, anlaşamamaları ise apayrı bir konu. İlmi siyasette istediğimiz etik kurallar ne yazık ki işlemiyor ya da işletilemiyor. Küreselciler ve Ulus Devletçilerin çatışması altında her şey manipüle edilebiliyor ne yazık ki. Benim temennim ve yarınlardan beklentim ise barış ve istikrar. Gözümüzden sakındığımız evlatlarımız ve torunlarımız için bundan iyi bir dilek olmasa gerek. İnsan sevgisinin, merhametin, vicdanın ne rengi ne de bir formu yok ve kimde olduğu pasaportunda yazmıyor. Evet yeni yaşıma girerken en büyük dileğimi üflüyorum mumlara; barış ve refah içinde bir dünya. Hepimiz ve tüm neslimiz bunu hak etmiyor mu?