Ölüm gerçeği ile ilk karşılaştığımda henüz altı yaşındaydım.
O gün derin bir üzüntü hissettiğimi hatırlıyorum.
Kendimi sokağa atmış, önüme her çıkana hıçkırıklara boğulmuş
şu cümlelerle acımı anlatmaya çalışıyordum.
?Biliyor musunuz? Benim babaannem öldü.?
Ne kafeslerinde görmediğimde veterinerde denilip birkaç gün sonra
gelen muhabbet kuşlarının öldüğünü fark etmiştim.
Ne de yeni gelenin aslında ona benzeyen bir başkası olduğunu.
Babaannemin ölümüyle ilk büyük kaybımı yaşamıştım.
Belki de o yüzden hala aynı tazeliğini koruyan o anlar hafızama kazınmış.
Sonra birçok acı kayıp eklendi gidenler hanesine.
Olgun yaşlarıma geldiğim bu dönemde üzerine çeltikler açılmış bir
ağaç gövdesi gibi her giden bir iz bıraktı ruhumda.
Aile büyüklerimiz, dostlarım, arkadaşlarım o kervanda bir bir yerlerini aldılar.
Hepsi hatıraları ile canlı, gerçek ve sıcacık yüreğimde.
Ne zaman ki ben onları unutacağım işte o zaman gerçekten ölmüş olacaklar.
Babaannemin masmavi gözlerini,
Anneannemin bilge sözlerini.
Nuray´ımın güzel kalbini.
Refika´mın sağlam dostluğunu.
Babamın hayata bakışını.
İşte ben onların bende bıraktığı izleri sildiğimde ne onlar var olmuş olacaklar
hayatımda ne de ben tastamam bir ben olacağım.
Tıpkı 10 Kasım´da ne kaybettiğimizi unutursak Millet olarak eksik kalacağımız gibi.
Ebediyete giden yıpranmış bedenler, dilsiz ruhlardır.
Onların bize kattıkları, bıraktıkları izler, olmasalardı şimdiki biz olmayacağımız.
İşte ölüm kadar gerçek olan da budur.
İnsan olarak varlığımızı sağlayan aile büyüklerimiz.
Yaşanmışlıklarla olduğumuz hale gelmemizde emeği olan dostluklarımız, ilişkilerimiz.
Millet olarak sahip olduklarımızı sağlayan ULU ÖNDERİMİZ.
Biz yaşadıkça ve unutmadıkça varlıklarını; bize sunduklarını.
Nesilden nesile yaşamaya ve yaşatmaya devam edecekler.