Sanırım seksenli yılların başıydı.
Radyomun başucumda olduğu yıllar.
Ders çalışırken, okurken, ev, el işi yaparken hep yanımdaki o dost ses.
Bir gün bir piyes dinlemiştim.
Kahramanları aynı evi paylaşan bir aile.
Toy bir gelin, hayat yorgunu huysuz bir kayınvalide.
Zavallım evin oğlu, eşi ve annesi arasında çaresiz.
Genç kadın ne yapsa, nasıl davransa ihtiyara yaranamıyor.
Sonra kendisince bir çıkış yolu bulur.
Her durumu iyi bir niyete yorar
ve öyleymiş gibi tepki verir.
Diğerinin fabrika ayarları bozulur.
Bu kızcağız onu gerçekten seviyor olabilir mi?
Bir dizi olaylar zinciri sonrası iki kuşak arasındaki
buzlar çözülür.
Sevmeyi öğrenirler birbirlerini.
Gelinin bulduğu çözüm aslında çok basittir.
Sadece düşünür.
Bu kadın oğluna çok düşkün ve hayata onunla bağlanıyor.
Onu kaybetme korkusu var ve o giderse yaşayamaz.
Yani bu evin gelini kim olsaydı aynı şeyleri yaşayacaktı.
Demek ki konu benimle ilgili değil.
Olayı kişiselleştirmeden anlamaya çalışır.
Basit ama bir o kadar da zor olanı başarır.
Anlamak ve anlaşılmak.
Başıma gelen hemen her durumda ilk baktığım
yer de bu noktadır.
Olayın benimle ne kadar ilgisi var?
Her zaman işe yaramayabilir ancak
çoğu zaman da hayatı kolaylaştırır bu bakış açısı.
En azından benim için öyle oldu birçok zaman.