Bizim toplumumuzun genlerinde olan bir şey var. İstisnayı insanları bunun dışında tutuyorum. Gidip toplumdan bir sorumluluk talep ediyor. Sizin için, sizle beraber şöyle yapacağız, böyle yapacağız cilası çekiyor. Sonra has bel kader muhtar oluyor. Bir süre sonra bir bakıyorsunuz; kendisini o mahallenin sahibi, mahalle sakinlerini de tebaası olarak görüyor. Bir parti örgütüne giriyor yine atıyor, tutuyor o da hasbel kader bir ilçe başkanı oluyor. Sonra tıpkı muhtar gibi bir bakıyorsunuz makam, mevki, güç ego, kibir içinde kaybolmuş. İl başkanı, milletvekili, bakan, cumhurbaşkanı oluyor aynı hastalık makamın gücüne paralel büyüklükte nüksediyor. Adam, spor kulübü başkanı, dernek başkanı, bilmem ne başkanı oluyor bir bakıyorsunuz etrafında bir sürü yalakasıyla beraber aynı hastalığa yakalanmış. Yani demem o ki bu bizim genlerimizde olan bir sorun. Yeni de değil. Hep varmış. Hala var. Yarında muhtemelen olacak. Bunu kontrol etmenin, faydalı hale getirmenin tek yolu da herkesin uymak zorunda olacağı kuralların olması. Güçler ayrılığının olması, hukukun olması, adam akıllı eğitimin olması, liyakatin olması, denetlenebilir olması, hesap sorulabilir, hesap verilebilir olması, elbette ki en önemlisi çok sesliliğin ve demokrasinin olması. Makamlara mevkilere gelinceye kadar bu saydığım konular hep ağzında sakızdır… O arzulanan güce, makama, mevkie ulaşıldıktan sonra ise bir an önce kurtulması gereken bir şey olarak görülüyor. Bu tek adamlık hastalığı yüzünden biz bu tür kuralları pek sevemiyoruz.
Oysa bir şeyin tekliği gelişmiş toplumlarda her zaman sorun olarak görülmüş ve bunun olmaması için yasal önlemler alınmıştır. Örneğin dünyada kartelleşmek yasal bir suçtur. Faaliyet gösterdiğiniz alanda en az bir rakibinizin olması öngörülmüştür. Bu kartelleşmeyi her alana uyarlayabilirsiniz. Tartışmanın, rekabetin olmadığı hiçbir konuda ilerlemek, başarılı olmak, en iyisini üretme ve daha uygun koşulları yaratma imkânı yoktur. Çünkü sizi geliştiren şey sizin gibi düşünmeyenlerdir. Yani farklı fikirler. Farklı bakış açıları... Bu hayatı zenginleştiren ve değerli kılan şeydir farklılıklar. Toplumları medenileştiren, kalkındıran, geliştiren tüm anlayışlar çokseslilikten beslenir. Bunu anlayışı öldürür, yok eder ya da baskılarsanız aslında kendi bindiğiniz dalı kesersiniz. Sorumluluğunu taşıdığınız toplumu yok edersiniz.
Hiçbir tek adam anlayışı sonsuza kadar ayakta kalmamıştır. 2. Dünya savaşı öncesinde Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu türden liderler iktidardaydı. Avrupa bunun faturasını yüz milyonlarca vatandaşının hayatıyla ödedi. Avrupa tüm bu acılardan, kayıplardan, yıkımlardan sonra sıkı sıkıya demokrasiye sarıldı. Bu türden iktidarların bir daha ortaya çıkmaması için ciddi kanunlar, kurallar geliştirdiler. Adına da güçler ayrılığı, demokrasi dediler. Toplum adına, devletler adına görev yapanların elde ettikleri yetkileri toplum lehine kullanmaları için yetki ve sorumluluk sınırları net olarak birbirinden ayrıldı. Güçler ayrılığı biçiminde düzenlendi. Anayasa mahkemeleri de bu ihtiyacın bir sonucudur. Yakın tarihimizde Ortadoğu ülkelerinde, Arap ülkelerinde, Afrika ülkelerinde böyle liderler, türetildi. Toplumlar fakirleştirildi. Adalet sistemi çöktü. O ülkeler iç savaş çıkmazına sürüklendi. Tüm güçlerini birbirileri üzerinde tükettiler. Zayıf düştüler. Ve sonra egemen güçlerce işgal edildiler. Vatanları paramparça edildi. Sonuçta o ülkelerin insanları hayatta kalabilmek için dünyanın her yerine saçıldılar. Bu kaçış sırasında pek çoğu canından oldu. Hayatta kalanlar ise mülteci, sığınmacı, göçmen durumuna düştüler. Ama bir şey daha oldu. Gittikleri yerlerde vatansız insanlar olarak tanımlandılar. Devlet mekanizması çalışmadığında, ya da çalıştırılmadığında o ülke için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. En kötüsü de benzer bir riskin bizim için de kapıda olduğunun farkındayız.
Şükürler olsun ki hala yapılabilecekler var. Türkiye toplumsal değerleri güçlü bir ülke. Sağlıklı örf, adet, gelenek ve görenekleri var. Bugüne kadar üzerinde oynanan tüm bu oyunlara rağmen hala birliğini bozdurtmamayı başardı. Hala birbirine düşmedi. Ama çok tehlikeli bir noktada olduğumuz da apaçık ortada.
Bugünlerde birileri bir şeyler çeviriyor. Onun da farkındayız. O yüzden her gün sosyal medya üzerinden birileri çıkıp toplumun sinir uçlarına dokunacak paylaşımlar yapıyor. Toplumun tepkisini, öfkesini, dikkatini oralara yönlendirirken bir şeylerin gözden kaçırıldığının farkındayız. Asıl görülmesi, farkına varılması gerekenler görünmeyen, gösterilmeyen, gizli saklı yol aldırılan konular... Ama nasıl??
Bazen yazarken çok zorlanıyorum. Aynı anda öylesine çok sorunu bir arada iç içe yaşıyoruz ki insan bu durum karşısında sersemliyor. Büyük bir kasırganın ortasında kalmak gibi. Yazayım diyorsunuz hangisini yazacağınızı seçemiyorsunuz. Hepsi yazılmalı ama nerden başlanmalı bilemiyorsunuz. Yazmaya başlıyorsunuz bitiremiyorsunuz. Yazmak istiyorsunuz yasaklar ve cezalar yüzünden tam konuyu ve sorumlularını tariflendiremiyorsunuz. İster istemez ucu açık anlatıyorsunuz. Mizahla anlatmayı zaten çoktan unuttuk.
Şu birkaç tespitimi de paylaşayım istiyorum.
“Şiddet sadece sessizlikte büyür. Sustuğumuz sürece büyümeye devam edecektir.”
Vatandaşın sessizce söylediği aslında hepimizin söylemeye çalıştığı düşünce de şu. “Ben artık sizlerden hiçbir şey istemiyorum. Siz de yarın gelip benden bir şey istemeyin!!!”
Okuduğum çok güzel bir dörtlüğü de sizlerle paylaşarak bu haftaki yazımı tamamlamak istiyorum.
“Lüzumsuz söz, yanan ateş gibidir derler.
Onu ağzından çıkartmamalısın, Sonra kendin yanarsın..
Dilin söylediği İyi söz ise, akarsu gibidir.
Nereye akarsa, oraya papatyalar açtırır.”
Artık seçim zamanı. Bu işi ancak bir erken seçim temizler.
Saygılarımla…